Zonguldak
Bir zamanlar, bir Cumhuriyet kenti...
Her şehir özeldir ve yakından bakıldığında içinde dünyaları barındıracak kadar zengindir. Öyle olmasa neden bir grup insan bir yerlerde kümeleşip birlikte otursunlar ki? Özellikle de bir şehir yıllarca, yüzyıllarca orada yaşamışsa mutlaka bir yerlerinde büyülü şeyler barındırıyordur.
İstanbul Küçükyalı'da, ofisimizin olduğu apartmandaki komşularımızdan orta yaşlı bir kadın, bir seferinde, gençliğinin Zonguldak'ta geçtiğini, çok görkemli balolar yapıldığını hatırladığını söylemişti. İlk dansını da bu balolardan birinde yaptığını anlattı. Büyük ihtimalle 1940-1950'li yıllardan bahsediyordu ve bu dönem Zonguldak'ın altın yıllarıydı.
Zonguldak 1977
Hem şehrin efsanevi döneminin son demleri, hem de bizim şehre ayak bastığımız yıl.
Çatalağzı 1977
Buharlı lokomotifi, taş binadan istasyonu ve tepedeki madenci evleriyle bizim zamanlarımızın Zonguldak'ından harika bir fotoğraf
Zonguldak öyle tarihi yüzyıllara uzanan bir şehir değil. Kömür bulunmadan önce sadece köy olan bir yerleşim yeriymiş, yani bütün tarihi 150 yıldan ibaret olan bir şehir.
Osmanlı döneminde daha çok Fransız şirketleri maden ocakları kurmuş ve kendi personelini yerleştirmiş. Bazı mahallelerde hala bu Fransız evlerini görmek mümkün. Fransızlar şehre tümüyle kömür çıkartabilecekleri bir sömürge toprağı gibi baktığı için gerçek bir şehir kurmaya pek çalışmamışlar. Hatta bu bölgeye Zone de Guldag (Güldağ bölgesi) gibi uyduruk bir isim vermişler ve bu isim Zonguldak haline evrilerek kalıcı olmuş.
Şehrin altın yılları Cumhuriyet'in kurulmasıyla başlar. Cumhuriyet kurulduktan bir süre sonra yabancılara ait tüm maden ocakları devletleştirilir ve Zonguldak ili yeni Cumhuriyet'in lokomotif illerinden biri seçilerek çok ciddi yatırımlar yapılır.
Tüm ülkenin demir-çelik ihtiyacını karşılamak için, Karabük'e bir demir-çelik fabrikası kurulur. Hem bu fabrikaya kömür taşımak, hem de demir-çelik ürünlerinin diğer illere taşınması için Zonguldak, Ankara'ya demiryoluyla bağlanır. Elektrik üretimi için başta Çatalağzı olmak üzere bir dizi termik santral kurulur.
Daha sonra Ereğli'ye bir demir-çelik fabrikası daha kurulur. Taşıma ağı, Zonguldak ve Ereğli'ye yapılan devasa limanlarla desteklenir. Ereğli Demir Çelik Fabrikası'na kömür sağlamak için Ereğli-Kandilli arasına bir demiryolu hattı inşa edilir.
Ayrıca, Çaycuma'ya da Türkiye'nin iki kağıt fabrikasından biri kurulur.
Benim Zonguldak'ım
1930'lu yıllardan başlayan ve 1960'ların başına kadar devam eden bu yatırımlar boyunca Zonguldak, Türkiye'nin en canlı şehirlerinden biri oldu ve bu canlılık 1990'ların başına kadar devam etti.
Biz Zonguldak'a 1977'nin sonbaharında gelmiştik. Şimdi anlayabiliyorum ki, bu yıllar şehrin canlılığının günbatımı dönemine denk geliyormuş ve o güzellikleri ucundan da olsa yakalayabilmişim.
İlkokulda sınıf duvarlarımızda büyükçe bir Zonguldak haritası vardı. Bartın ve Karabük'ü de içine alan, bugünkünden oldukça faklı bir Zonguldak haritasıydı bu.
Zonguldak İlkokulu öğrencileri olarak, iki ilçesinde iki devasa demir-çelik fabrikası olan, içinden demiryolu geçen, denize uzunca kıyısı olan, Türkiye'nin tek taşkömürü çıkarılan, kağıt üreten, futbol takımı ligde ilk üçe oynayan bir ilde yaşamanın haklı gururunu yaşıyorduk.
Zonguldak'ın eski haritası
Bartın ve Karabük ayrılmadan önceki hali
...
Uzun Mehmet Anıtı
Aynı konumdan yüzlerce kez bu anıta bakmışımdır. Fotoğrafı çeken her kimse, defne yapraklarını ve ıslak rüzgarı da almış.
Yine o devasa Zonguldak haritasında yer alan Bartın Çayı'nda gemilerle seyahat edilebilmesiyle, ilimizin geniş ormanlara sahip olmasıyla, 67 plaka koduyla Türkiye'nin son ili olmamızla ve ayrıca hiç gitmesek de Kurucaşile ve Eflani adında egzotik isimli ilçelere sahip olmamızla da gurur duyardık.
Kurucaşile 1972
Kısacası; Zonguldak ili bağımsızlığını ilan edip kendi başına bir ülke olsa, sahip olduğu kaynaklarla kimseye muhtaç olmadan yaşayabilirdi.
İthal ikame, yani ithal ürünlerin yerlisi varsa asla kullanılmaması politikasının geçerli olduğu o dönemlerde taşkömürü için tek kaynak Zonguldak'tı ve bu yüzden şehir Türkiye için çok değerliydi.
Madencilik çok zorlu ve tehlikeliydi ama ücreti çok iyiydi ve sağlam sendikalar sayesinde önemli haklara sahip olmuşlardı. Madenciler bir ay çalışır, bir ay dinlenirdi.
Mühendisler ise krallar gibi yaşardı. O dönemde kömür çıkartma ve işletme kurumunun adı EKİ (Ereğli Kömür İşletmesi)'ydi ve mühendisleri için şehir içinde şehir diyebileceğimiz devasa yerleşim yerleri inşa etmişti. Kozlu'daki Kılıç mahallesinde sadece EKİ mensuplarına hizmet eden sinema salonu bile vardı. Bunların yanında cemiyetler ve kulüpler vardı.
80'li Yıllar
Madencilik sektöründen geçimini sağlayanlara hizmet veren doktor, avukat ve esnaflar da bu zenginlikten nasibini almıştı ve şehir Türkiye'nin pek çok yöresinden göç alıyordu.
1980'lere geldiğimizde taşkömürü artık eski önemini kaybetmeye başlamıştı. Trenler artık dizel ve elektrikle çalışıyordu. Keban dahil bir çok baraj yapıldıktan sonra artık elektrik ihtiyacı da barajlardan sağlanıyordu, ısınmak için de başka illerden çıkartılan linyit kömürü kullanılıyordu. Madenler iyice eskimişti ve kömür çıkartma maliyetleri artmıştı.
12 Eylül darbesi, devamında getireceği liberal ve neo-liberal politikalar yüzünden Zonguldak için sonun başlangıcı olsa da birkaç yıl boyunca güzel zamanlar devam etti. Hatta Zonguldakspor en başarılı dönemini 80'li yılların başında yaşadı.
Biz de çocuk olarak olan bitenden habersiz, akademi lojmanlarında günlerimizi doyasıya oynayarak geçiriyorduk.
80'li Yıllarda Zonguldak
Artık 70'li yıllardaki dinginlik yok. Şehrin güzel günlerinin sonuna doğru yaklaşıyoruz.
Cıvıl Cıvıl bir Şehir
Favkani Köprüsü
Salaş görünümüne rağmen şehrin kalbinin attığı noktalardan biriydi. Gerçi kartpostal 1960'larda çekilmiş ama benim zamanlarımda da hemen hemen böyleydi.
Çocukluğumun büyük bölümü, parlak döneminin son demlerinde olan Zonguldak'ta geçti. Çepeçevre cennet gibi ormanlarla sarılı bir şehirde 24 saat boyunca kömür çıkartılıyordu. Günün her saatinde vardiye düdükleri, kömür taşıma bantlarının sesleri duyulurdu. Bu sesler sıklıkla dalga sesleriyle karışırdı. Kömürün getirdiği zenginlikle birlikte şehirde çok canlı bir sosyal hayat vardı.
Şehir merkezinde iki büyük sinema vardı. Hemen yakındaki Kapus koyu plajlarında, ya da biraz daha uzağa gidilirse, Marmaris koylarından hiç aşağı olmayan Ilıksu ve Değirmenağzı koylarında denize girilebilirdi.
Bu koylara, hayatımda gördüğüm en güzel manzaralı yol olan Eski Ereğli Yolu üzerinden gidilirdi. Yıllar sonra Commodore 64'ümde Test Drive oynarken hep aklıma bir tarafı orman yamacı, bir tarafı masmavi gökyüzü ve deniz olan bu yollar aklıma gelirdi.
Şehrin Gözbebeği Fener
Şehrin en lüks semti Fener'di. Bütün Zonguldak resimlerinde görünen, kayalıklı bir tepenin üzerine inşa edilmiş bir fenerin etrafında kurulmuş bu semt, yeşillikler içindeki eski Fransız villaları, deniz manzaralı evler ve apartmanlarıyla şehrin mücevheriydi.
Ama ben en az Fener kadar, dik yokuşlarki yüzlerce basamaklı merdivenlerden çıkılan Site ve Bahçelievler semtlerini de çok severdim. İlkokuldan sonra oradaki 27 Mayıs Ortaokulu'na gideceğimi düşünürdüm hep, ama hayat hiç o kadar basit olamıyor; Zonguldak'ta o kadar kalamadık.
Fener ve Mühendisler Cemiyeti
Semte adını veren Fener ve hemen sağ alt köşesinde Mühendisler Cemiyeti
Deniz Kulübü, 1980
Zonguldak'ın kuşkusuz en gözde mekanıydı. Hala öyle mi bilmiyorum
Sosyal Hayat
Mühendisler Cemiyeti'nde Bir Gece
En sağdaki Vedat Amca, en solda, yüzününü yarısı görünen de babam
Başta Deniz Kulübü ve Mühendisler Cemiyeti olmak üzere şehir sakinlerinin sosyalleşebilecekleri birçok mekan vardı. Akademi lojmanlarında komşumuz Vedat Amca, aslen maden mühendisi olduğu için, bize birkaç kez Mühendisler Cemiyeti'nde eğlence düzenlemişti.
Fener'de denize dik bir tepenin yamacına inşa edilmiş ve denizi tepeden gören bu yer belki de gerçekten dünyanın en güzel yeriydi.
Bu az sayıdaki önemli gecelerin dışında zaten sıradan Zonguldak gezilerini bile unutamıyorum.
Zonguldak'ta sıradan bir Cumartesi gününde Soğuksu semtindeki pazara gidilmesi, başta Bartın olmak üzere çevre ilçelerden harika meyve ve sebzelerden seçilmesi, yine Soğuksu'da buram buram kırtasiye malzemesi kokan kırtasiyecimizden okul malzemeleri alınması, şanslıysak ve babamızı ikna edebilmişsek köprülü geçidin oradaki oyuncakçı Devran Amca'dan kutu oyunları alınması, sonra ana caddedeki İstanbul Pastanesi'nden eve yaş pasta ve kurabiye sardırılması ve limanın oradaki çocuk bahçesinde oynadıktan sonra akademi lojmanlarına dönülmesiyle tamamlanan bir Zonguldak gününden daha güzel ne olabilir?
Çankaya'nın Şişmanı
Zonguldak'ın ipini çeken büyük ölçüde Turgut Özal oldu. İktidara geldikten kısa süre sonra ithalat rejimi serbest bırakıldı ve taşkömürü de ithal edilmeye başlandı. İthal maliyetleri, madenden çıkartma maliyetinden daha fazla olduğu için taşkömürü bir süre devlet tarafından sübvanse edildi, ama bir yandan da işçi çıkartmaları ve küçülme başladı.
Aynı dönemde Zonguldakspor'un da düşüşü başlamıştı, artık ilk üçe değil; kümede kalmaya oynuyorlardı. Birkaç yıl kümede kalma mücadelesi verdikten sonra 1987 yılında, bir daha geri dönememek üzere küme düştüler.
Taşkömürünün öneminin azalması ile birlikte işçi sendikalarına baskılar da arttı, ücretler eskisi gibi yüksek değildi ve yüksek enflasyon karşınında eriyen ücretler madencilerin ve dolayısıyla şehrin de giderek yoksullaşmasına neden oldu.
Tüm bu bunalımların sonucunda 1991'te Büyük Madenci Yürüyüşü başladı. Madenciler, efsanevi sendikacı Şemsi Denizer önderliğinde Ankara'ya yürüyüş başlattı. Yürüyüş, Ankara'ya varmadan kısmi bir anlaşmayla sona erdirildi. O eylem günlerinde Özal için "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" sloganı ortaya çıkmıştı. Çankaya'nın şişmanı, uğradığı bu yenilginin acısını zaman içinde çıkartacak ve tüm şehri zaman içinde sindirecekti.
İşçiler ve Zonguldak geçici olarak bazı haklar elde etseler de, orta ve uzun vadede kaybeden oldular.
Taşkömürü ithalatına hız verildi. İşçi çıkartmalar ve sendikasızlaştırma hız kazandı. Aynı dönemde, madenci maaşlarından kesilen Zonguldakspor aidatı uygulamasına da son verildi. Bu da Zonguldakspor'un ölüm fermanı oldu. Şehrin efsanevi takımı birkaç yıl içinde amatör kümeye kadar düştü.
Kapuz, 1977
Dünya üzerinde denize girilebilecek en güzel yerlerden biri. Sadece iki kez gidebilmiş olmamıza rağmen hala aklımda.
Küçülen Harita
Aklımdaki Zonguldak
Resim her ne kadar 1971'de çekilmiş olsa da, aklımdaki Zonguldak aynen bu. Sağ köşede oyuncakçı Devran Amca'nın dükkanı, yolda tipik Zonguldak minibüsleri...
Kötü haberler bununla da sınırlı değildi, aynı sıralarda 1991'de Bartın ilçesi il olarak Zonguldak'tan ayrıldı, bunu 1995'te Karabük izledi ve ilkokul sınıfı duvarlarında gururla seyrettiğimiz heybetli Zonguldak haritamız böylece tarih oldu. Aslında daha öncelerinde, 1980'lerin sonunda, 67 ile 4 il daha eklendiği için Türkiye'nin son ili olma gururumuz da elden gitmişti.
Karabük Demir Çelik Fabrikası, 1990'ların sonunda neredeyse kapatılıyordu, neyse ki işçilere devredildi ve bir şekilde karlı bir işletme olarak devam etme başarısını gösterdi. Çaycuma'daki SEKA Kağıt Fabrikası da 2000'lerin başında kapatıldı ve Türkiye kağıt ihtiyacının tümünü ithal yoluyla almaya başladı.
Günümüzde taşkömürü ne stratejik bir ürün, ne de değeri var. Bir zamanlar büyük bir gurur olan Zonguldak-Ankara demiryolunun eski öneminden eser yok. Ereğli-Kandilli demiryolu da 2000'li yılların başında kapatıldı ve rayları söküldü.
Bu satırları yazdığımda Zonguldakspor Üçüncü Lig'de mücadele ediyor ve tüm imkansızlıklara rağmen elinden geleni yapıyordu.
Elimizde Kalanlar
Zonguldak artık devasa baloların yapıldığı, Türkiye'nin sanayi lokomotifi olan bir cazibe merkezi değil, sıradan bir şehir. Ülkece Cumhuriyet ideallerini kaybetme sürecimizle paralel şekilde, Zonguldak'ın da yıldızı söndü gitti.
Yine de, sönmüş halinde bile, güzel parıltılar kaldı.
Her ne kadar eskisi gibi Cumhuriyet şehri sayılmasa da, Zonguldak hiçbir zaman gericiliğe teslim olmadı. Sendikal faaaliyetler, kültürel gelişim ve sınıfsal mücadele, hep Türkiye ortalamasının üzerinde oldu.
Madenciler eskisi kadar güçlü olmasalar da etkinliklerini sürdürdüler ve hiçbir zaman Soma madencileri kadar kendilerini ezdirmediler. 1999'daki büyük Gölcük Depremi'nde, Zonguldak'tan gelen madenci birlikleri, arama-kurtarma çalışmalarına katıldı ve birçok can kurtardı.
Zonguldakspor her ne kadar üçüncü ligde yaşam mücadelesi veriyor olsa da, Adana Demirspor ve İtalyan Livorno takımıyla birlikte endüstriyel futbola karşı duran sembol takımlardan biri oldu.
Büyük Madenci Yürüyüşü 1991
Kozlu'dan şehir merkezine giden yürüyüş kıtaları. Aynı esnada, 80lerin başında hizmet vermeye başlayan Mercedes 302S'lerden biri de geçmekte. [fotoğraf: Birol Üzmez]
Ayrılık Zamanı: 1983
Merkez Lavuarı
Ancak distopya filmlerinde görebileceğiniz yapılarla iç içe yaşayan bir şehir halkıydık
1983, benim Zonguldak'tan ayrılış yılımdı. Ailem İstanbul'a taşınmaya karar vermişti. Zonguldak'ta kaldığımız altı yıl boyunca, günün birinde mutlaka taşınacağımızı bilmeme rağmen; bir yanım burada sonsuza kadar kalabileceğimizi umut ediyordu.
Üstelik tam da 1983'te Zonguldak'ta harika şeyler oluyordu. Bana sonunda bisiklet alınmıştı. Fener'de 100. Yıl Parkı, çarşı içinde yürüyen merdivenli alışveriş merkezi açılmıştı. Akşamları Flamingo Yolu'nda dondurma yiyerek geziyorduk. Belediye gıcır gıcır, otomatik kapılı 302 S otobüsler getirtmişti. Sütlü kahve rengindeki bu otobüsler Zonguldak'ın kıvrılan yokuşlarında kuğu gibi süzülüyordu. Zonguldakspor başarılarının doruğundaydı.
Oysa görüntü aldatıcıymış ve tam da Zonguldak'ın düşüşünün başladığı yıllardaymışız.
1983 yazını lojmanlarda bisiklete binerek geçirdim. Son akşamımızda babamın bir arkadaşının evine veda ziyaretine gitmiştik. Terminale tepeden bakan evlerinin balkonundan otobüsler çok net görünüyordu. Kardeşimle birlikte bakarak, ertesi gün bizi İstanbul'a götürecek otobüs hakkında tahminlerde bulunuyorduk. Otomatik kapılı mı olacak, kliması olacak mı, rengi ne olacak?
Böylesine yürekten bağlı olduğum bir şehre veda akşamına hiç yakışmayacak kadar kayıtsızdım.
Şehir Arkandan Gelecektir
Zonguldak'tan gerçekten ayrıldığımızı, galiba İstanbul'a gelince farkettim. Herhalde, gerçekten ayrılıyor olabileceğimizi hiç düşünmemişim. Gerçekle İstanbul'da yüzleşmiş ve Suadiye'deki balkonun demirlerinden ayaklarımı sarkıtıp günlerce ağlamıştım.
1980'lerin Suadiye'si çok güzel bir yerdi. Başka bir yere gitsek çok daha kötü olurdu eminim. Biraz alıştıktan sonra Suadiye'de de bisiklete bindim, Bağdat Caddesi'nde gezdim ama çoklukla kendimi eve kapatıp Zonguldak'ta olduğu gibi Milliyet Çocuk dergilerimi ve ansiklopedilerimi okudum. Hala lojmanlarda evde kitap okuduğumu ve birazdan arkadaşlarımla çıkıp oynayacağımı hayal ettim.
Elbette ki tarafsız gözle bakıldığında Zonguldak dünyanın en güzel yeri değil. Sonuçta, dünyada Portofino gibi bakmaya kıyamayacağın güzellikte yerler var. Zonguldak'ı çekici kılan şeyler biraz daha farklıdır. Bir yandan kömür çıkartılan, distopya filmlerinden fırlamış yapıların ortasında yaşarken; yanı başınızda harika bir doğa vardır. Yılın çoğunu bulutların altında geçirirsiniz ama güneş açtığında gökyüzü, başka hiçbir yerde olmadığı kadar masmavidir. Sürekli yerin altında akrabalarınızın, arkadaşlarınızın babalarının ölümle yaşam arasında gidip geldiğini bildiğiniz için, yaşamın değerini biraz daha iyi anlarsınız. Aşırı uçların her an birlikte yaşandığı bir şehirdir Zonguldak.
Italo Calvino, Görünmez Kentler kitabında şöyle der: "Bir kentte hayran kaldığın şey, onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun soruya verdiği yanıttır." Zonguldak, benim sorularıma yanıt veren tek şehirdi, o yüzden hep memleketim olarak kalacak.
Eskiden limandaki çay bahçesinin orada bir çocuk parkı vardı. Parkın girişinde "12 yaşından büyükler giremez" diye yazardı. Bu yazıyı her gördüğümde, benim için güzel günlerin 12 yaşında biteceğini düşünürdüm. Çok da yanlış değilmiş.
Tam da 12 yaşımda Zonguldak'tan ayrılmıştık. Sadece 6 yıl geçirdiğim şehir; Kavafis'in şiirinde olduğu gibi, 46 yaşıma kadar, hep arkamdan geldi. Belki çocukluğum orada kaldığı için, Zonguldak'tan aslında hiç ayrılamadım.
Veda Fotoğrafı
1983 yazında bu resim çekilirken, bir yandan Deniz Kulübü'ne hayatımda ilk kez gelmenin sevinci, bir yandan da şehirde artık sayılı günlerimiz kalmış olmasının hüznü vardı.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.